ONBİRİNCİ BÖLÜM : FİNAL
“Gözün aydın” Çekirge, artık bu dizinin sonuna gelmiş bulunuyoruz.
Neler yapmışız şimdiye kadar, hele bir toparlayalım şimdi :
- Önce “evren”i oluşturup, “zaman”ı başlattık.
- Ardından “dünyamız”ı,
- Sonra dünyamızın üzerinde genel’de “canlılar”ı,
- Daha sonra özel’de de “insan”ı
meydana getirdik
- İnsan yaşamının evrelerini (insanlık tarihini) şöyle
bir inceledik.
- Senin şahsında, bir insan canlısının doğumuna şahit
olduk.
- “Allah” kavramına, o bağlamda da “Tasavvuf”
düşüncesine şöyle bir değindik.
Daha ne olsun !? Aşk-ı Memnu’ya benzetmeden, artık bu “dizi”nin göbeğini bağlama vaktidir.
Konumuz “zamana ve yaşama dair” olduğuna göre, bağlamayı da onlara dair çalacağız.
Önce “yaşama dair” hemen şunu söyleyeyim Çekirgem : Bu muzazzam ve muhteşem sistem, maalesef bu gün yapılmakta olduğu gibi, insanlar evrene ait bir parçayı sorumsuzca yağmalasınlar ve birbirlerini oyup, öldürsünler diye var olmadı.
Nitekim, insanlar da –çok sükür ki- hep bu günkü gibi yaşamadılar.
Şimdi gelelim “zaman”a : Belki hatırlayacaksın, bu dizinin ilk bölümünde sana –haddim olmayarak- bir ev ödevi vermiş ve “bir zaman şeridi” hayal etmeni istemiştim. Şimdi artık o “zaman şeridi”ni somutlaştırabiliriz.
Bundan bir sonraki bölümde sana, yaptığım 3 adet “zaman şeridi”ni göndereceğim. Bu tablolar aslına uygun ölçekli olarak yapılmıştır.
Şimdi hemen, onlardan 1 incisine bakıp incele.
Bir parçası olduğumuz ve içinde bulunduğumuz “genel zaman” süreci içinde “insanlığın tarihi” henüz ne kadar da kısa, halen ne kadar da bebek değil mi !!?? Bulunduğun yerden parmağını uzatsan, “mavi-yeşil” bakderilere dokunabilir, elini uzatsan “dünyayı avcuna alabilir”, öte yandan da, kolunu uzatsan “zamanın başlangıcı”nı yakalayabilirsin.
Düşün, bahsini ettiğimiz, “Paleolitik Dönem”, “Neolitik Dönem”, “Kentsel Devrim Dönemi”, “Sanayi Devrimi Dönemi”, “Çekirgeli Özel Dönem”, ki hepsi “o daracık” aralığın içinde !
Bu kadar dönemi, “genel zaman şeridi” içindeki o aralıkçığa birebir ölçüleri ile oransal olarak işaretleyebilmek mümkün değil ! Bunu yapabilmek için, büyüteç bile kifayet etmez, ancak çok güçlü bir mikroskop gerekir.
Onun için, çaresiz, o bölümü (yani insanlık tarihini) mikroskop altına alıp, “genel zaman” dan ayırarak, kendi içindeki zamana dair 2 nci bir “zaman şeridi” daha yaptım. Şimdi de o 2 nci zaman şeridine bir göz at bakalım Çekirgem !
Hayret verici ama değil mi !!?? İnsanın “öz”üne uygun yaşadığı “Paleolitik Dönem”in uzunluğuna bak bir ; bir de yamulmanın, “yabancılaşma”nın başladığı ve günümüze kadar uzanan “Neolitik Dönem” sürecine bak ; o da nasıl “miniminnacık” dar bir aralık değil mi !!!???
Bulunduğun yerden elini uzatsan, “Paleolitik” atalarımızla el sıkışabilirsin ! Düşün, “Kentsel Devrim Dönemi”, “Sanayi Devrimi Dönemi”, “Çekirgeli Özel Dönem” hep o “miniminnacık” aralığın içinde.
O “miniminnacık” aralığı da mikroskop altına alıp, onun kendi içindeki zaman şeridini de yaptım. Şimdi de o 3 üncü şeridimize bak bakalım !
Gördün değil mi, insanlığın bütün kavramlarını alt üst eden ve bugünün bütün “jargon”larını oluşturan meşhur “Sanayi Devrimi” nin sana ve bu güne ne kadar da yakın olduğunu ! İşte o mikroskobik dönemde kapitalizm, emperyalizm, kominizm, nasyonal sosyalizm, faşizm, ulus devletler v.b. doğdu ; helalinden (!) iki dünya savaşı yaşandı vesaire ...
Bulunduğun yerden başını biraz ileriye uzatsan Sezar ile Kleopatra’yı, hafif geri çekip yana doğru çevirsen Kanuni ile Hürrem`i halvette görebilirsin !
“Zaman” işte böyle bir kavramdır Çekirgem ! Bende hile, hurda, aldatmaca yok ! Nerede durduğuna, nereden baktığına bağlı olarak, her şey “en fazla bir kol mesafen kadar yakınında” olabileceği gibi, her şey “en fazla bir kol mesafen kadar uzağında” da olabilir. “Zaman Şeritleri” ahanda işte önünde duruyor. Bak, bak, sonra da kararını kendin ver !
Şimdiiii geldik en can alıcı soruya : Biliyorum içinden (malum, dışından fazla konuşmamaktasın) bana sallayıp duruyorsun, “E be ebeninki, tutturmuşsun bir Paleolitik de Paleolitik diye ! Ne yapapacağız yani, bir yerlerden bir hayvan postu bulup sarınacağız da, gidip mağaralarda mı yaşayacağız tekrar !!?? Alışmışsın gül gibi alafranga helaya yapmaya, hadi sıkıysa git dağda bayırda hacet gidermeye kalk da gör o zaman paleolitiğini maleolitigini ! Ulan ondan sonra hiç bir iyi şey yapmadı mı ki insanoğlu da hep haybeye mi yaşadık ve dahi yaşamaktayız !!!??” diye ...
Tamam be yavrum Çekirgem kızma ! Cevap vereceğim ama, önce hemen şunu söyliyeyim ki, daha kibar olabilirsin yani ! Neyse, bu ayıbın sana kalsın, ben geleyim cevaba :
Hiç iyi şey yapmamış olur mu insanoğlu, yaptı elbet, hem de neler neler yaptı ki saymakla bitmez.
Bir kere “insan”, bu gün bilebildigimiz evrende “aklı, fikri, zekası olan, düşünebilen” tek canlı. Kanatları yok ama, alet yapmış, içine binip kuşlar gibi uçmayı başarmış ! Solungaçları yok ama, alet yapmış, içine binmiş, balıklar gibi denizlerin, okyanusların altında yüzebilmiş ! Alet yapmış, içine binmiş, sesten hızlı koşabilmiş ! Alet yapmış, tonlarca ağırlığı kaldırabilmeyi, alet yapmış sesleri, görüntüleri taşıyabilmeyi, alet yapmış milyarlarca bilgiyi depolayabilmeyi, alet yapmış uzaya, ay`a gidebilmeyi başarmış ! Sayıp sayıp da daha fazla uzatmayayım, gerisini sen zaten bilirsin Çekirgem !
Bizler de elbet tekrardan mağaralara dönmeyecegiz ve dağlarda bayırlarda hacet giderip “paleolitik” olmayacağız. Ama o, bizim öz`ümüze ilişkin bir mihenk, bir simge, bir hareket noktasıdır. O cennetten kovulmuşuz bir kere, artık tekrar geri dönüp aynı anlamda oraya girişimiz mümkün değil ! Ama kovulunca ne olmuş biliyor musun !? : “İşte o zaman ‘Cennet’ kavramı doğmuş” Çekirgem !
Hani güzel bir deyiş vardır “O balıklar ki derya içredirler, deryayı bilmezler” diye. İşte aynen onun gibi ! İnsanoğlu “Paleolitik” dönemde yaşarken, “Paleolitik” yaşama özlem duyması sözkonusu değil ; zira zaten “o dönemde” yaşıyor. Öncesine de özlem duyamaz ; zira zaten öncesi dinazor minazor ki, mavi-yeşil bakderiye kadar uzanır. E sonrasına da özlem duyup “bari ben Neolitik olayım, sanayici filan olayım” diye de isteyemez ; zira henüz öyle dönemler yaşanmış değil ! Yani onlar için sadece yaşadıkları “var olan” vardır, gerçek olan da o`dur, başka bir şey de yoktur ...
Yani sufi`nin dediği gibi, daha “kötülük” diye bir şey yoktur ki ortalıkta, “iyilik” diye bir kavram olsun ...
Bunu neye benzetebiliriz bak Çekirgem : Misal misali mesela, evren`de mavi`den başka renk olmasaydı da her yer, her şey “mavi” olsaydı, o zaman kırmızı, siyah, beyaz v.b. diye kavramlar olamayacağı gibi, esasen “renk” diye bir kavram olmazdı. Dolayısı ile, “mavi” diye bir kavram da hiç olmazdı.
İşte Çekirge, “Paleolitik”ler de, yaşamlarından memnun bir şekilde yaşayıp, yuvarlanıp gidiyorlardı. Yaşam`ı bir başka yaşam tarzı ile kıyaslamaları, mukayese edici bir bilinçle tercih kullanmaları söz konusu değildi. Yani, o balıklar ki derya içrediylerdi ki, deryayı bilmelerine gerek yoktu !
Ancaaakkk !!! Balık, ister istemez, o deryadan çıktıkta, artık “deryanın bilinci” kavramı da ortaya çıktı. “Kötülük X İyilik”, “Sevgisizlik X Sevgi”, Namussuzluk X Dürüstlük” ve benzerleri gibi “zıddından doğan” bir yığın kavram ! Tek tek hepsi ile uğraşmayalım da, bunların hepsini en büyük temel zıtlıkta toplayalım : “Evren`e = doğa`ya aykırı yaşam tarzı X Evren`in hukukuna ve ritmine uygun yaşam tarzı” ...
Evren`in hiç bir parçası insanın mülkü değildir, olamaz. Ama işte, “insan” dünya`yı parça parça parçalayıp kendine ve yedi sülalesine mülk etmeye kalkınca, “hukuk” bozuldu.
Ondan sonra insanlar, artık dünyaya “evrenin eşsiz güzellikteki bir parçası” olarak değil, bir mülkün, bir esaretin, bir zenginliğin ya da yoksulluğun parçası olarak gelmeye başladılar. Kısacası insanlar, evren`e rağmen ve evrene karşı yaratmaya çalıştığı, öz`üne aykırı bir yabancılaşmanın parçası olarak dünyaya gelmeye başladılar.
“Esaret ve kölelik”, özgürlük, bağımlılık ve bağımsızlık gibi kavramları doğurdu.
İşte insanlık, giderek artan kötülüklerin yanlışların karmaşası içinde darmadağın olup giderken, bir yandan da insanlığın içinde iyliliğin, doğruluğun peşindeki bir “ana damar” varlığını hep korudu.
“Siyah”ın “beyaz”ı doğurduğu gibi, insanlık yitirilen “derya”yı en azından “bilinç düzeyinde” aramaktan hiç vazgeçmedi. Artık aranılan, “yeni bir düzeyde ve yeni bir sentezde insanın özüne tekrar kavuşabilmesi”dir.
Sanat ve edebiyat, bu arayışın bir ürünü olarak doğdular. İnsan`ın tekrar evrenin ritmine nasıl uyabileceğini aradılar.
Her yüzyılda bir çok değerli düşünürler, bilim adamları, kimileri çok büyük zorlukları göze alarak, kimileri hayatları bahasına insanlığın olması gereken yaşantısı için fikir ürettiler, araştırdılar, çalıştılar.
Bozuk düzene baş kaldıran, insanları / insanlığı “Tanrı”nın yoluna, iyiliğe, doğruluğa, dürüstlüğe davet eden, “evrensel” mesajlar veren ve peşlerinden çok büyük kitleleri sürükleyen peygamberler ortaya çıktı.
“KOMÜN”izm, adından da anlaşılacağı gibi, o günlerin KOMÜN yaşantısını aynı öz’de yeniden oluşturabilmenin arayışı olduğu için, insanlığın kurtarıcısı olarak peşinden kitleleri sürükleyebildi.
İnsanlığın tarihi, yabancılaşma ile, yanlışlıklarla, kötülüklerle, ihanetlerle dolu olduğu kadar, bunlara baş kaldıran, yaşamlarını hiçe sayarak bunlarla mücadeleyi göze alan namuslu insanların onurlu mücadeleleri ile de doludur.
Öte yandan, evren`in bir parcası olan sıradan insanların genlerinde, evren`in, o uzun yıllarının birikimlerinin şifreleri hiç bir zaman kaybolmadı.
Yaşanmakta olan yabancılaşmış düzen içinde, tersinin elde edilmesi marifet olarak sayılsa da, insanlara “ihtiyacından fazlasına sahip olma, hırs, harislik, stokçuluk, zenginlik” -en azından duygusal planda- hep antipatik gelmiş, “doğal, sade ve gösterişsiz olan” sevilmiştir. Bebeklere, çocuklara, hayvanlara, bitkilere duyulan sevgide de hep o “öz”ün arayışı vardır. Hak etmeyenin ayrıcalıklı olması, haksız mevki ve makam sahipleri, ister istemez kabullenilmek mecburiyetinde kalınsa da, hiç bir zaman yürekten sevilmemişler, benimsenmemişlerdir.
Evet, bu gün insanlık maalesef iyi bir durumda değil. Daha da kötüsü, iyi bir yolda da değil. İnsanlık bu güne kadar, hiç mi hiç yaşanmaması gereken çok büyük acılar çekti ve bundan sonra da çok büyük acılar çekmeye devam edecek gibi görünüyor.
Ama bunun yanı sıra, insanlığın somut yaşamı anlamında henüz başarılamamış olsa da, insanlığın bilinç ve fikir düzeyinde çok değerli birikimler oluştu.
İnsanlığın, Hermann Hess`in “altın yol” olarak nitelendirdiği bir yolu da var çok şükür !
İşte o altın yol”da, bu gün mevcut olan “yabancılaşmış” kavramların, insan “öz”üne uygun olan hakikilerini çok üst düzeydeki yeni sentezleri ile bulmak mümkündür.
Sen hiç merak etme Çekirgem, insanlığın bu kötü dönemi geçip gidecektir. İnsanlık daha önce 2 milyon yıl “özüne uygun” yaşamayı başarabildiğine göre, ileride de bu “öz”üne, hem de artık çok daha üst seviyelerde dönecektir. O zaman, yaşadığı bunca yıllık deneyimler ve birikimlerle, insanlık, bu günden bilemeyeceğimiz doyumsuz güzellikler, mutluluklar içinde yaşamayı becerecektir.
Hele tekrar bir bak “zaman şeridi” ne ! Bu kötü dönem ne kadarcık ki !? Alt tarafı kesip attığın tırnağının ucu kadar bir şeycik. Oysa öncesi “aslanlar gibi” uzayıp gitmekte. E o zaman bu dar eşikten de atlanır, düze çıkılıp ileriye doğru da “aslanlar gibi” gidilir hiç şüphesiz !
Hani aklında soru kalmasın diye, bir de en kötümserinden düşünelim : “Ya insanlık bu eşikten yüzünün akı ile atlayamaz ise !!??”
Evren “hiç bir şeyi ziyan da etmez, israf da” Çekirgem ; ama dönüştürür. Hukukundan ve ritminden ayrılmış olanı dönüştürüp, hukukuna, ritmine uygun bir başka şey haline getirir. İşte o zaman da, evren “bu defteri kapatıp, bir başka defter açacaktır”. (Dinlerde buna “Tanrı`nın gazabı, kıyamet filan denir).
İşte öyle şeyler olmasın diye, yine sufi`nin dediği gibi, insanlığın düzelebilmesi için, “ölmeden önce ölebilmeyi ve yeniden doğabilmeyi başarması” şarttır.
Tasavvufu bilmeyen, o mühim gavur hocamlar bile bak ne diyorlar :
“İlerlemenin kaçınılmaz ya da kesinlikle sürdürülebilir olmadığı açık olarak görülmektedir. Özellikle de son 200 yıl içindeki Endüstri Devrimi ve sonuçları tarihsel koşulları o kadar hızla ve derin bir şekilde değistirmiştir ki var olan endüstriyel varlık biçimlerinin sürdürülmesi olası degildir.”
Ben türkçe`ye tercüme edeyim, hocamlar kısaca : “bu hallerin böyle gidebilmesi mümkün değildir” demektedirler.
“TASAVVUF FELSEFESİ”nde, ALLAH’ın bütün niteliklerini taşıdığı için, varlıkların en değerlisi ve en kutsalı İNSAN’dır.
Vallahi, bırak tasavvuf felsefesini, nereden yakarsan yak farketmez ki, gerçekten bu böyledir.
Biz ise bugün tutmuşuz, ister sağdan say ister soldan, en fazla bir iki yüz yılın ürünü olan, bize dikte edilen, bastırılan saçma sapan kavramlara kendimizi kaptırmış, “harala gürele” o kavramlarla birbirimizle boğuşuyor, o kavramlarla zamanı ve yaşamı açıklamaya çalışıyoruz.
Bir daha bak hele şu “zaman şeritlerine” Çekirgem : “İnsan`a göre zaman” kavramı, “esas zaman”dan nasıl da sahtece kopartıp uzaklaştırıyor ve hakiki olan zamana nasıl da yabancılaştırıyor bizi !
Evren`in (Allah`ın) çok değerli bir parçası olduğumuzun, yaşamın güncel değil ama evrensel bir süreç olduğunun ve “zaman”ın bilincine varmalıyız.
Yaşamımızı ve bu günü değerlendirirken, onların muazzam ve muhteşem bir sürecin çok küçük parçaları olduklarını anlayıp, o süreç içinde doğru yerlerine konuçlandırarak “parçayı bütüne eklemlendirebilirsek”, işte “zamanın ve yaşamın” ancak o taktirde paha biçilemez anlamlar kazanacağını asla unutmamalıyız.
Bunun için “muhtaç olduğumuz kudret”, işte o “zamanın içinde”, “genlerimizdeki asil kromozomlarımızda ve insanlığın “altın yolunda” mevcuttur Çekirgem !
Artık iyice sona yaklaştık Çekirgem ! Ben nasihat etmesini hiç sevmem, kaldi ki haddime de değildir.
Ama kendimi tutamayip sana şu tavsiyede bulunacağım :
Çevrendeki insanlara baktığında, onlar temel olarak iki ana gruba ayırabilirsin. Bilinçli veya bilinçsiz olabilirler, ama, ruhunda “Paleolitik” öz`ün titreşimlerini hissedebildiklerini sakın kaçırma. Onlarla arkadaş ol, dost ol, kanka ol, sevgili ol, ne olursan ol ! Ammaaaa, “Neolitik” ve devamı dönemlerin titreşimleri baskın olanlardan da kaç kaçabildiğin kadar uzaklara ! İnan ki onlar bir bok’a yaramayacaklardır. Arada bir ümit veren halleri olsa da, kokuları hemen çıkmaz ise de, bil ki kısa bir süre sonra kokularından burnun düşecektir.
İşte ben de, sende o güzelim “Paleolitik Öz”ün titreşimlerini hissettiğimdendir ki “Çekirgem, Çekirgem, güzel Çekirgem !” diye, canla başla bunları sana yazmaya çabalamaktayım.
Bir de Çekirgem, bizlerin insanlığın o gelecekteki güzel günlerini maddi olarak fiilen görebilmemiz mümkün değil ama, biliyor musun, “karanlıkta” iken “aydınlığın” değeri de tadından yenmez hani ! “Bu karambol’de, o değeri kim mi bilecek !!??” “Halik bilmezse, balık bilir” be Çekirgem ! Ayrıca varsın, “balık” da bilmesin isterse, ne gam ki !? Kendi kendine “bir tek sen” bilsen, o da yeter de artar bile !
O zaman güzeller güzeli Çekirgem, o soylu yıldızlar misali, bedenin bu dünyadan göçüp gittikten sonra bile, ışığın sonsuza kadar pırıl pırıl ışıldayıp duracaktır bu koca evrenin içinde. İşte “ölüm” denilen teferruat da, ancak böyle yenilebilecektir “yaşam”ın karşısında ...
Bu dönemde “görebilmek” için illa ki kör olmak gerekiyor zahir ! Onun için ben bu diziyi Aşık Veysel`in muhteşem dizeleri ile bitireyim. Benim buraya kadar bin dereden su getirip, ıkına sıkına bir kamyon lüzumsuz lafla söylemeye çalıştığım “muradı”, üstad dört mısrada erişilmez güzellikte ifade ediverip, işi bitirmiş ! Boşuna dememişler, “mısraları şairin kulağına Allah fısıldar !” diye :
“Aslıma karışıp toprak olunca
Çiçek olup mezarımı süslerim
Dağlar yeşil giyer, bulutlar ağlar
Dalga dalga dalgalanır seslerim”
Haydi kal sağlıcakla benim “Paleolitik titreşimli”, güzellerin en güzeli Çekirgem ; dilerim, keyifle zıp zıp zıplamaların hiç eksik olmasın…
O.K.
-Bitti-