13 Nisan 2011 Çarşamba

ÇEKİRGE`YE MEKTUPLAR : "Zaman’a ve Yaşam’a Dair" - 25 (SON)


Değerli Ziyaretçim,

Zaman'a ve Yaşam'a dair   ""ÇEKİRGE  "  ye yazdığım mektuplar, bu yazıdan bir önceki   "Zaman Şeritleri  " bölümü ile sona erdi. Bu dizinin bölümleri, hatta bu blogun ilk yazısından buraya kadar olan yazılar, sıra ile birbirinin devamı ve birbirini tamamlayan yazılardır. Bu nedenle benim dileğim, buraya kadar olan yazılarımın en baştan başlanarak, buraya varıncaya kadar sıra ile okunmasıdır. Ancak böyle sabır sahibi bir insanın çıkabileceğini doğrusu ben de hiç mi hiç tahmin etmiyorum. Hani tesadüfen olur da bir gün böyle tuhaf bir insan çıkar ise, lütfen bana yazsın ki, ben de hayretler içinde kalayım.

İlgilenenlere de, ilgilenmeyenlere de sevgiler,

O.K.

ÇEKİRGE`YE MEKTUPLAR : "Zaman’a ve Yaşam’a Dair" - 24 (ZAMAN ŞERİTLERİ)

ZAMAN ŞERİDİ -1


ZAMAN ŞERİDİ -2

ZAMAN ŞERİDİ -3

12 Nisan 2011 Salı

ÇEKİRGE`YE MEKTUPLAR : "Zaman’a ve Yaşam’a Dair" - 23


ONBİRİNCİ BÖLÜM : FİNAL 

“Gözün aydın” Çekirge, artık bu dizinin sonuna gelmiş bulunuyoruz. 

Neler yapmışız şimdiye kadar, hele bir toparlayalım şimdi :

-  Önce “evren”i oluşturup, “zaman”ı başlattık.
-  Ardından “dünyamız”ı,
-  Sonra dünyamızın üzerinde genel’de “canlılar”ı,
-  Daha sonra özel’de de “insan”ı

 meydana getirdik

- İnsan yaşamının evrelerini (insanlık tarihini) şöyle 
  bir inceledik.
- Senin şahsında, bir insan canlısının doğumuna şahit 
  olduk.
-  “Allah” kavramına, o bağlamda da “Tasavvuf”
düşüncesine şöyle bir değindik.

Daha ne olsun !? Aşk-ı Memnu’ya benzetmeden, artık bu “dizi”nin göbeğini bağlama vaktidir.

Konumuz “zamana ve yaşama dair” olduğuna göre, bağlamayı da onlara dair çalacağız.

Önce “yaşama dair” hemen şunu söyleyeyim Çekirgem : Bu muzazzam ve muhteşem sistem,  maalesef bu gün yapılmakta olduğu gibi, insanlar evrene ait bir parçayı sorumsuzca yağmalasınlar ve birbirlerini oyup, öldürsünler diye var olmadı. 

Nitekim, insanlar da –çok sükür ki- hep bu günkü gibi yaşamadılar.

Şimdi gelelim “zaman”a : Belki hatırlayacaksın, bu dizinin ilk bölümünde sana –haddim olmayarak- bir ev ödevi vermiş ve “bir zaman şeridi” hayal etmeni istemiştim. Şimdi artık o “zaman şeridi”ni somutlaştırabiliriz.

Bundan bir sonraki bölümde sana, yaptığım 3 adet “zaman şeridi”ni göndereceğim. Bu tablolar aslına uygun ölçekli olarak yapılmıştır.

Şimdi hemen, onlardan 1 incisine bakıp incele. 

Bir parçası olduğumuz ve içinde bulunduğumuz “genel zaman” süreci içinde “insanlığın tarihi” henüz ne kadar da kısa, halen ne kadar da bebek değil  mi !!?? Bulunduğun yerden parmağını uzatsan, “mavi-yeşil” bakderilere dokunabilir, elini uzatsan “dünyayı avcuna alabilir”, öte yandan da, kolunu uzatsan “zamanın başlangıcı”nı yakalayabilirsin.

Düşün, bahsini ettiğimiz, “Paleolitik Dönem”, “Neolitik Dönem”, “Kentsel Devrim Dönemi”, “Sanayi Devrimi Dönemi”, “Çekirgeli Özel  Dönem”, ki hepsi “o daracık” aralığın içinde !

Bu kadar dönemi, “genel zaman şeridi” içindeki o aralıkçığa birebir ölçüleri ile oransal olarak işaretleyebilmek mümkün değil ! Bunu yapabilmek için, büyüteç bile kifayet etmez, ancak çok güçlü bir mikroskop gerekir. 

Onun için, çaresiz, o bölümü (yani insanlık tarihini) mikroskop altına alıp, “genel zaman” dan ayırarak, kendi içindeki zamana dair 2 nci bir “zaman şeridi” daha yaptım. Şimdi de o 2 nci zaman şeridine bir göz at bakalım Çekirgem ! 

Hayret verici ama değil mi !!?? İnsanın “öz”üne uygun yaşadığı “Paleolitik Dönem”in uzunluğuna bak bir ; bir de yamulmanın, “yabancılaşma”nın başladığı ve günümüze kadar uzanan “Neolitik Dönem” sürecine bak ; o da nasıl  “miniminnacık” dar bir aralık değil mi !!!???

Bulunduğun yerden elini uzatsan, “Paleolitik” atalarımızla el sıkışabilirsin ! Düşün, “Kentsel Devrim Dönemi”, “Sanayi Devrimi Dönemi”, “Çekirgeli Özel Dönem” hep o “miniminnacık” aralığın içinde.

O “miniminnacık” aralığı da mikroskop altına alıp, onun  kendi içindeki zaman şeridini de yaptım. Şimdi de o 3 üncü şeridimize bak bakalım !

Gördün değil mi, insanlığın bütün kavramlarını alt üst eden ve bugünün bütün “jargon”larını oluşturan meşhur “Sanayi Devrimi” nin sana ve bu güne ne kadar da yakın olduğunu ! İşte o mikroskobik dönemde kapitalizm, emperyalizm, kominizm, nasyonal sosyalizm, faşizm, ulus devletler v.b. doğdu ;  helalinden (!) iki dünya savaşı yaşandı vesaire ...

Bulunduğun yerden başını biraz ileriye uzatsan Sezar ile Kleopatra’yı, hafif geri çekip yana doğru çevirsen Kanuni ile Hürrem`i halvette görebilirsin !

“Zaman” işte böyle bir kavramdır Çekirgem ! Bende hile, hurda, aldatmaca yok !  Nerede durduğuna, nereden baktığına bağlı olarak, her şey “en fazla bir kol mesafen kadar yakınında” olabileceği gibi, her şey “en fazla bir kol mesafen kadar uzağında” da olabilir. “Zaman Şeritleri” ahanda işte önünde duruyor. Bak, bak, sonra da kararını kendin ver !

Şimdiiii geldik en can alıcı soruya : Biliyorum içinden (malum, dışından fazla konuşmamaktasın) bana sallayıp duruyorsun, “E be ebeninki, tutturmuşsun bir Paleolitik de Paleolitik diye !  Ne yapapacağız yani, bir yerlerden bir hayvan postu bulup sarınacağız da, gidip mağaralarda mı yaşayacağız tekrar !!?? Alışmışsın gül gibi alafranga helaya yapmaya, hadi sıkıysa git dağda bayırda hacet gidermeye kalk da gör o zaman paleolitiğini maleolitigini ! Ulan ondan sonra hiç bir iyi şey yapmadı mı ki insanoğlu da hep haybeye mi yaşadık ve dahi yaşamaktayız !!!??” diye ...

Tamam be yavrum Çekirgem kızma ! Cevap vereceğim ama, önce hemen şunu söyliyeyim ki, daha kibar olabilirsin yani ! Neyse, bu ayıbın sana kalsın, ben geleyim cevaba :

Hiç iyi şey yapmamış olur mu insanoğlu, yaptı elbet, hem de neler neler yaptı ki saymakla bitmez. 

Bir kere “insan”, bu gün bilebildigimiz evrende “aklı, fikri, zekası olan, düşünebilen” tek canlı. Kanatları yok ama, alet yapmış, içine binip kuşlar gibi uçmayı başarmış !  Solungaçları yok ama, alet yapmış, içine binmiş, balıklar gibi denizlerin, okyanusların altında yüzebilmiş ! Alet yapmış, içine binmiş, sesten hızlı koşabilmiş ! Alet yapmış, tonlarca ağırlığı kaldırabilmeyi, alet yapmış  sesleri, görüntüleri taşıyabilmeyi, alet yapmış milyarlarca bilgiyi depolayabilmeyi, alet yapmış uzaya, ay`a gidebilmeyi başarmış ! Sayıp sayıp da daha fazla uzatmayayım, gerisini sen zaten bilirsin Çekirgem !

Bizler de elbet tekrardan mağaralara dönmeyecegiz ve dağlarda bayırlarda hacet giderip “paleolitik” olmayacağız. Ama o, bizim öz`ümüze ilişkin bir mihenk, bir simge, bir hareket noktasıdır. O cennetten kovulmuşuz bir kere, artık tekrar geri dönüp aynı anlamda oraya girişimiz mümkün değil ! Ama kovulunca ne olmuş biliyor musun !? : “İşte o zaman ‘Cennet’ kavramı doğmuş” Çekirgem !

Hani güzel bir deyiş vardır “O balıklar ki derya içredirler, deryayı bilmezler” diye. İşte aynen onun gibi ! İnsanoğlu “Paleolitik” dönemde yaşarken, “Paleolitik” yaşama özlem duyması sözkonusu değil ; zira zaten “o dönemde” yaşıyor. Öncesine de özlem duyamaz ; zira zaten öncesi   dinazor minazor ki, mavi-yeşil bakderiye kadar uzanır. E sonrasına da özlem duyup “bari ben Neolitik olayım, sanayici filan olayım” diye de isteyemez ; zira henüz öyle  dönemler yaşanmış değil ! Yani onlar için sadece yaşadıkları “var olan” vardır, gerçek olan da o`dur, başka bir şey de yoktur ...

Yani sufi`nin dediği gibi, daha “kötülük” diye bir şey yoktur ki ortalıkta, “iyilik” diye bir kavram olsun ...

Bunu neye benzetebiliriz bak Çekirgem : Misal misali mesela, evren`de mavi`den başka renk olmasaydı da her yer, her şey “mavi” olsaydı, o zaman kırmızı, siyah, beyaz v.b. diye kavramlar olamayacağı gibi, esasen “renk” diye bir kavram olmazdı. Dolayısı ile, “mavi” diye bir kavram da hiç olmazdı. 

İşte Çekirge, “Paleolitik”ler de, yaşamlarından memnun bir şekilde yaşayıp, yuvarlanıp gidiyorlardı. Yaşam`ı bir başka yaşam tarzı ile kıyaslamaları, mukayese edici bir bilinçle tercih kullanmaları söz konusu değildi. Yani, o balıklar ki derya içrediylerdi ki, deryayı bilmelerine gerek yoktu ! 

Ancaaakkk !!! Balık, ister istemez, o deryadan çıktıkta, artık “deryanın bilinci” kavramı da ortaya çıktı. “Kötülük X İyilik”, “Sevgisizlik X Sevgi”, Namussuzluk X Dürüstlük” ve benzerleri gibi “zıddından doğan” bir yığın kavram ! Tek tek hepsi ile  uğraşmayalım da, bunların hepsini en büyük temel zıtlıkta toplayalım : “Evren`e = doğa`ya aykırı yaşam tarzı X Evren`in hukukuna ve ritmine uygun yaşam tarzı” ...

Evren`in hiç bir parçası insanın mülkü değildir, olamaz. Ama işte, “insan” dünya`yı parça parça parçalayıp kendine ve yedi sülalesine mülk etmeye kalkınca, “hukuk” bozuldu. 

Ondan sonra insanlar, artık dünyaya “evrenin eşsiz güzellikteki bir parçası” olarak değil, bir mülkün, bir esaretin, bir zenginliğin ya da yoksulluğun parçası olarak gelmeye başladılar. Kısacası insanlar, evren`e rağmen ve evrene karşı yaratmaya çalıştığı, öz`üne aykırı bir yabancılaşmanın parçası olarak dünyaya gelmeye başladılar.

“Esaret ve kölelik”,  özgürlük, bağımlılık ve bağımsızlık gibi kavramları doğurdu.

İşte insanlık, giderek artan kötülüklerin  yanlışların karmaşası içinde darmadağın olup giderken, bir yandan da insanlığın içinde iyliliğin, doğruluğun peşindeki bir “ana damar” varlığını hep korudu.

“Siyah”ın “beyaz”ı doğurduğu gibi, insanlık yitirilen “derya”yı en azından “bilinç düzeyinde” aramaktan hiç vazgeçmedi. Artık aranılan, “yeni bir düzeyde ve yeni bir sentezde insanın özüne tekrar kavuşabilmesi”dir.

Sanat ve edebiyat, bu arayışın bir ürünü olarak doğdular. İnsan`ın tekrar evrenin ritmine nasıl uyabileceğini aradılar.
Her yüzyılda bir çok değerli düşünürler, bilim adamları, kimileri çok büyük zorlukları göze alarak, kimileri hayatları bahasına insanlığın olması gereken yaşantısı için fikir ürettiler, araştırdılar, çalıştılar.

Bozuk düzene baş kaldıran, insanları / insanlığı “Tanrı”nın yoluna, iyiliğe, doğruluğa, dürüstlüğe davet eden, “evrensel” mesajlar veren ve peşlerinden çok büyük kitleleri sürükleyen peygamberler ortaya çıktı.

“KOMÜN”izm, adından da anlaşılacağı gibi, o günlerin KOMÜN yaşantısını aynı öz’de yeniden oluşturabilmenin arayışı olduğu için, insanlığın kurtarıcısı olarak peşinden kitleleri sürükleyebildi.

İnsanlığın tarihi, yabancılaşma ile, yanlışlıklarla, kötülüklerle, ihanetlerle dolu olduğu kadar, bunlara baş kaldıran, yaşamlarını hiçe sayarak bunlarla mücadeleyi göze alan namuslu insanların onurlu mücadeleleri ile de doludur.

Öte yandan, evren`in bir parcası olan sıradan insanların genlerinde, evren`in, o uzun yıllarının birikimlerinin şifreleri hiç bir zaman kaybolmadı.

Yaşanmakta olan yabancılaşmış düzen içinde, tersinin elde edilmesi marifet olarak sayılsa da, insanlara “ihtiyacından fazlasına sahip olma, hırs, harislik, stokçuluk, zenginlik” -en azından duygusal planda- hep antipatik gelmiş, “doğal, sade ve gösterişsiz olan” sevilmiştir. Bebeklere, çocuklara, hayvanlara, bitkilere duyulan sevgide de hep o “öz”ün arayışı vardır. Hak etmeyenin ayrıcalıklı olması, haksız mevki ve makam sahipleri, ister istemez kabullenilmek mecburiyetinde kalınsa da, hiç bir zaman yürekten sevilmemişler, benimsenmemişlerdir.

Evet, bu gün insanlık maalesef iyi bir durumda değil. Daha da kötüsü, iyi bir yolda da değil. İnsanlık bu güne kadar, hiç mi hiç yaşanmaması gereken çok büyük acılar çekti ve bundan sonra da çok büyük acılar çekmeye devam edecek gibi görünüyor.

Ama bunun yanı sıra, insanlığın somut yaşamı anlamında henüz başarılamamış olsa da, insanlığın bilinç ve fikir düzeyinde çok değerli birikimler oluştu. 

İnsanlığın, Hermann Hess`in “altın yol” olarak nitelendirdiği bir yolu da var çok şükür ! 
 
İşte o altın yol”da, bu gün mevcut olan “yabancılaşmış” kavramların, insan “öz”üne uygun olan hakikilerini çok üst düzeydeki yeni sentezleri ile bulmak mümkündür.

Sen hiç merak etme Çekirgem, insanlığın bu kötü dönemi geçip gidecektir. İnsanlık daha önce 2 milyon yıl “özüne uygun” yaşamayı başarabildiğine göre, ileride de bu “öz”üne, hem de artık çok daha üst seviyelerde dönecektir. O zaman, yaşadığı bunca yıllık deneyimler ve birikimlerle, insanlık, bu günden bilemeyeceğimiz  doyumsuz güzellikler, mutluluklar içinde yaşamayı becerecektir.

Hele tekrar bir bak “zaman şeridi” ne ! Bu kötü dönem ne kadarcık ki !? Alt tarafı kesip attığın  tırnağının ucu kadar bir şeycik. Oysa öncesi “aslanlar gibi” uzayıp gitmekte. E o zaman bu dar eşikten de atlanır, düze çıkılıp ileriye doğru da “aslanlar gibi” gidilir hiç şüphesiz !

Hani aklında soru kalmasın diye, bir de en kötümserinden düşünelim : “Ya insanlık bu eşikten yüzünün akı ile atlayamaz ise !!??” 

Evren “hiç bir şeyi ziyan da etmez, israf da” Çekirgem ; ama dönüştürür. Hukukundan ve ritminden ayrılmış olanı dönüştürüp, hukukuna, ritmine uygun bir başka şey haline getirir. İşte o zaman da, evren “bu defteri kapatıp, bir başka defter açacaktır”. (Dinlerde buna “Tanrı`nın gazabı, kıyamet filan denir).

İşte öyle şeyler olmasın diye, yine sufi`nin dediği gibi, insanlığın düzelebilmesi için, “ölmeden önce ölebilmeyi ve yeniden doğabilmeyi başarması” şarttır.

Tasavvufu bilmeyen, o mühim gavur hocamlar bile bak ne diyorlar :

“İlerlemenin kaçınılmaz  ya da kesinlikle sürdürülebilir  olmadığı açık olarak görülmektedir. Özellikle de son 200 yıl içindeki Endüstri Devrimi ve sonuçları tarihsel koşulları o kadar hızla ve derin bir şekilde değistirmiştir ki var olan endüstriyel varlık biçimlerinin sürdürülmesi olası degildir.”

Ben türkçe`ye tercüme edeyim, hocamlar kısaca : “bu hallerin böyle gidebilmesi mümkün değildir” demektedirler.

“TASAVVUF FELSEFESİ”nde, ALLAH’ın bütün niteliklerini taşıdığı için, varlıkların en değerlisi ve en kutsalı İNSAN’dır.
Vallahi, bırak tasavvuf felsefesini, nereden yakarsan yak farketmez ki, gerçekten bu böyledir.

Biz ise bugün tutmuşuz, ister sağdan say ister soldan, en fazla bir iki yüz yılın ürünü olan, bize dikte edilen, bastırılan saçma sapan kavramlara kendimizi kaptırmış, “harala gürele” o kavramlarla birbirimizle boğuşuyor, o kavramlarla zamanı ve yaşamı açıklamaya çalışıyoruz.

Bir daha bak hele şu “zaman şeritlerine” Çekirgem : “İnsan`a göre zaman” kavramı, “esas  zaman”dan nasıl da sahtece kopartıp uzaklaştırıyor ve hakiki olan zamana nasıl da yabancılaştırıyor bizi !

Evren`in (Allah`ın) çok değerli bir parçası olduğumuzun, yaşamın  güncel değil ama evrensel bir süreç olduğunun ve “zaman”ın bilincine varmalıyız.

Yaşamımızı ve bu günü değerlendirirken, onların muazzam ve muhteşem bir sürecin çok küçük parçaları olduklarını anlayıp, o süreç içinde doğru yerlerine konuçlandırarak “parçayı bütüne eklemlendirebilirsek”, işte “zamanın ve yaşamın” ancak o taktirde paha biçilemez anlamlar kazanacağını asla unutmamalıyız.

Bunun için “muhtaç olduğumuz kudret”, işte o “zamanın içinde”, “genlerimizdeki asil kromozomlarımızda ve insanlığın “altın yolunda” mevcuttur Çekirgem !

Artık iyice sona yaklaştık Çekirgem ! Ben nasihat etmesini hiç sevmem, kaldi ki haddime de değildir.

Ama kendimi tutamayip sana şu tavsiyede bulunacağım :

Çevrendeki insanlara baktığında, onlar temel olarak iki ana gruba ayırabilirsin. Bilinçli veya bilinçsiz olabilirler, ama, ruhunda “Paleolitik” öz`ün titreşimlerini hissedebildiklerini sakın kaçırma. Onlarla arkadaş ol, dost ol, kanka ol, sevgili ol, ne olursan ol !  Ammaaaa, “Neolitik” ve devamı dönemlerin titreşimleri baskın olanlardan da kaç kaçabildiğin kadar uzaklara ! İnan ki onlar bir bok’a yaramayacaklardır. Arada bir ümit veren halleri olsa da, kokuları hemen çıkmaz ise de, bil ki kısa bir süre sonra kokularından burnun düşecektir.

İşte ben de, sende o güzelim “Paleolitik Öz”ün titreşimlerini hissettiğimdendir ki “Çekirgem, Çekirgem, güzel Çekirgem !” diye, canla başla bunları sana yazmaya çabalamaktayım.

Bir de Çekirgem, bizlerin insanlığın o gelecekteki güzel günlerini maddi olarak fiilen görebilmemiz mümkün değil ama, biliyor musun, “karanlıkta” iken “aydınlığın” değeri de tadından yenmez hani !  “Bu karambol’de, o değeri kim mi bilecek !!??” “Halik bilmezse, balık bilir” be Çekirgem ! Ayrıca varsın, “balık” da bilmesin isterse, ne gam ki !? Kendi kendine “bir tek sen” bilsen, o da yeter de artar bile !

O zaman güzeller güzeli Çekirgem, o soylu yıldızlar misali, bedenin bu dünyadan göçüp gittikten sonra bile, ışığın sonsuza kadar pırıl pırıl ışıldayıp duracaktır bu koca evrenin içinde. İşte “ölüm” denilen teferruat da, ancak böyle yenilebilecektir “yaşam”ın karşısında ...

Bu dönemde “görebilmek” için illa ki kör olmak gerekiyor zahir !  Onun için ben bu diziyi Aşık Veysel`in muhteşem dizeleri ile bitireyim. Benim buraya kadar bin dereden su getirip, ıkına sıkına bir kamyon lüzumsuz lafla söylemeye çalıştığım “muradı”, üstad dört mısrada erişilmez güzellikte ifade ediverip, işi bitirmiş ! Boşuna dememişler, “mısraları şairin kulağına Allah fısıldar !” diye :

“Aslıma karışıp toprak olunca
Çiçek olup mezarımı süslerim
Dağlar yeşil giyer, bulutlar ağlar
Dalga dalga dalgalanır seslerim”

Haydi kal sağlıcakla benim “Paleolitik titreşimli”, güzellerin en güzeli Çekirgem ; dilerim, keyifle zıp zıp zıplamaların  hiç eksik olmasın… 

O.K.
                                                                                            -Bitti-

11 Nisan 2011 Pazartesi

ÇEKİRGE`YE MEKTUPLAR : "Zaman’a ve Yaşam’a Dair" - 22

ONUNCU BÖLÜM : ALLAH 

 

Seni de doğurttuktan sonra, tam “hah artık bu iş bitirdim, bir de son büyük laflarımı edip, diziyi bağlarım selametle !” derken, dün oğlum başıma gelip “Yav baba, sen ne ile mıncıklaşıp durmaktasın kaç gündür böyle !?” diye sormaz  mı !


“Sorar elbet !”, bunda bir şey yok !

Ben de belki ilgisini çeker diye, “mıncıklaştıklarımın” ufaktan ufaktan bir özetini anlatmaya çalıştım ona.

“Pek bi şey değil oğlum” dedim “işte “ ‘evren’di, ‘dünya’ydı, ‘canlı’ydı, ‘insan’dı, ‘zaman’dı öyle şeyler !”.

“Hadi ya !” dedi oğlum, “peki ne kadar zaman öncesinden başladın ?”

“Eh işte” dedim, “14 milyar yıl felan !”.

“Peki ne vardı 14 milyar yıl önce !?” diye sordu bu sefer oğlum.

“Hiiiçç !” dedim, “hiç bir şey yoktu, yani ‘hiçlik’ vardı !”.

“Vay be ! İyi uçmuşsun doğrusu, peki ‘ALLAH’ı nereye koydun, onu da sorguladın mı !??” diye sormaz mı !

“Dalga mı geçiyor, ciddi mi soruyor” diye uzun uzun yüzüne baktım ki, o da bana bakıyor. İkisi de olabilir. Bu generasyon böyledir işte, bir şey sorduklarında boş boş bakarlar insana.

Her ikisine dair de emareler sezdim yüzünde. Ama benimle kafa bulduğu zamanlar yaptıgı gibi “pislik sırıtışı” yok !                             

Belki de renk vermiyor hergele !

“Sorgulamam mı gerekir !?” diye ben sordum bu sefer.

“E herhalde yani !” dedi. “14 milyar önceki hiçlikten bu yana ALLAH sorgulanmadan gelinebilir mi !!??”.

Belki gıcıklığına yapıyor ama, ulan herif doğru söylüyor valla !

“Ama bunu yapsam da yapmasam da benim yazdıklarımda bir şey değişmez ki !” dedim.

“Değişir ya da değişmez, o başka, bu başka, bence orası eksik kalmış” demez mi !

“Hay senin temelini atan 23 Y kromozomlu kuyruklu yaratığımı seveyim e mi piç kurusu !”.

Herif attı gıcığını, döndü kıçını gitti. Gidip bir çay koydum kendime, bir de sigara yakıp başladım düşünmeye. Yok yani, aslında çocuk haklı ! Yapacak bir şey yok, “müjde bir bölümümüz daha oldu” Çekirgem ... !

Esasen, “ALLAH” kavramı, ya da inanci beni hiç rahatsız etmez ve benim yazıp söylediklerimle de hiç çelişmez. (‘Din’ başka bir şeydir, onunla karıştırmayasın).

Bak bu bahiste benim en sevdiğim “ALLAH”lı evren, yaşam ve zaman açıklamalarından biri “TASAVVUF” düşüncesidir.

Hele sana bir analatayım, bakalım sen de sevecek misin !?

 “TASAVVUF


Kaynağını “ tanrı” inancından alan düşünce akımı olan  “TASAVVUF DÜŞÜNCESİ”nin genel hatları şöyledir :

“TASAVVUF” kelime olarak, “kişinin kalbini dünya ilgilerinden kesip, ALLAH sevgisine bağlaması” anlamına gelir. Aklın yetmediği alanlarda, özellikle ALLAH kavramında, gerçeğe kalb = yürek yolu ile veya akıl yolu ile ulaşılabileceğini kabul eden bir “felsefe” dir.

TASAVVUF FELSEFESİ’nin özü, “VAHDET-İ VÜCUT = VARLIĞIN TEK OLUŞU = VARLIĞIN BİRLİĞİ” temeline dayanır.

TASAVVUF inancına sahip olan kişilere “SUFİ” denir.

Bu inanca göre, sufilerin “HAK” diye andıkları “ALLAH”, gelmiş ve gelecek, olmuş ve olacak “biricik / bir tek” gerçek ve mutlak varlıktır. “HAK” ın dışında başkaca hiçbir gerçek varlık yoktur.

Geçmiş ve gelecek bakımından sonsuz olan “HAK = ALLAH” zaman ve mekan var olmadan önce de var olmuştur ve sonsuza kadar da var olmaya devam edecektir.

“HAK = ALLAH”, bütün güzellikleri, bütün iyilikleri, bütün olgunlukları kendinde toplamıştır.

Salt güzellik olan ALLAH , başlangıçta kendi evreninde, güzelliğinin bütün görkemi ile, çevresine “NUR = PARLAK IŞIKLAR)” saçmakta idi. Ancak o zaman, bu erişilmez, bu muhteşem güzelliği görecek göz, bu güzelliğin ışığı ve büyüsü ile tutuşacak gönül henüz mevcut değildi.

Oysa “güzellik”, görünmek, bilinmek ister. Bu, “güzelliğin” doğal niteliği, özelliğidir.

İşte buyüzden ALLAH görünmek = tecelli etmek, güzelliğinin yansımalarını görmek istemiş, bu isteğin sonucu olarak da evreni yaratmıştır.

“Gizli bir define idim. Bilinmek istedim, bilineyim diye yaratıkları yarattım”


Demek ki evrenin var oluşu, ALLAH’ın varlığını tanıtmak içindir.

ALLAH’ın “görünür hale gelmesi = tecellisi” şöyle olmuştur :

ALLAH, “adem = yokluk” denilen boşluğa bakmış ve “kün = ol” emrini vermiştir.

O zaman “adem’in = yokluğun” içinde, ALLAH’ın varlığını belirten şekiller, yaratıklar belirmiştir.

Yanı “adem = yokluk”, biricik, mutlak ve tek gerçek olan ALLAH’ı yansıtan bir ayna olmuştur.

Demek ki, evren ve dünya, tek gerçek ve mutlak olan varlığın (ALLAH’ın) sadece adem=yokluk aynasındaki yansımalarından ibarettir.

O halde, tüm evrenin ve bu dünyanın içindekiler, bizlere gerçek gibi görünen canlı ve cansız bütün varlıklar, aslında birer yansımadan, birer görüntüden ibarettir.

ALLAH’ın  tecellisinin = görüntüsünün bir an belirmemesi halinde, ALLAH’tan başka hiçbir varlık kalmayacaktır.

Bu inanç çerçevesinde sofiler (sufiler) “La mevcude illa hu = ALLAH’tan başka varlık yoktur” demişlerdir.

Evrendeki varlıkları ALLAH’ın sadece biricik gerçek ve mutlak varlığının birer yansıması olarak kabul edince, bu defa da karşımıza, dünyadaki çirkinliklerin, kötülüklerin nereden geldiklerinin açıklanması zorunluluğu ortaya çıkar. Öyle ya, şayet evren ve dünyamız ve içindekilir, bütün kusurlardan arınmış, salt güzelliklerden ibaret tek, mutlak ve gerçek varlığın (yani ALLAH’ın) görüntüleri ise, o zaman bu dünyada çirkinlikler, kusurlar, kötülükler nasıl var olabilmektedir ?

TASAVVUF felsefesi bu soruları şöyle cevaplar :

Her şey ancak kendi zıddı (karşıtı) ile anlaşılabilir. Nitekim, tek ve gerçek varlığın görünür hale gelmesi, ancak adem=yokluk ile karşılaşması sureti ile olmuştur. Yani, birbirlerinin zıddı = karşıtı olan, VARLIK ile YOKLUK karşılaşmışlardır. İşte bu karşılaşmadan, aynada beliren yansıma gibi bir görüntü, bir gölge meydana çıkmıştır.

Bu yansımada, bu görüntüde hem gerçek varlığın (yani ALLAH’ın), hem de yokluğun unsurları vardır.

Yani evrenimiz, dünyamız gibi, insan da iki huylu / iki tabiatlıdır : Onların içinde, hem varlığı, hem de yokluğu temsil eden, hayal ile gerçek, iyilik ile kötülük aynı zamanda ve bir arada bulunmaktadır.

Kötülüğün bulunması, iyiliğin anlaşılması içindir.

Ancak, varlık, gerçeklik iyilik gibi nitelikler ALLAH’a ait olduklarından, hiçbir zaman kaybolmayacak gerçek niteliklerdir. Oysa, kötülük, çirkinlik gibi nitelikler adem’in = yokluğun unsurları olup, geçicidirler, değersizdirler ve ancak iyiliğin, güzelliğin anlaşılmasına yararlar.

Şu halde, insanların Vücud-i Mutlak’tan (ALLAH’tan) aldıkları iyilik, güzellik gibi nitelikler (özellikler) gerçek ve kaybolmaz unsurlardır. Bu unsurlar (özellikler / nitelikler) asıl ve sonuç olarak ALLAH ile birdir. Dolayısı ile bu unsurlar, insanı, aslı ile, yani ALLAH ile birleşmeye, ALLAH ile bir olmaya yönlendirir. Ama bu zahiri (şekli / biçimsel / görüntüsel) hayat devam ettikçe, insanın içinde aynı zamanda var olan çirkinlik, kötülük gibi adem = yokluk unsurları, insanın ALLAH ile birleşmesine, ALLAH ile bir olmasına engel olur.

O halde, insanın görevi, elinden geldiği kadar, çirkinlik, kötülük gibi bu adem = yokluk unsurlarını ortadan kaldırarak, İlahi Varlığa (ALLAH’a) varmaya çalışmaktır. Her ne kadar bu durum vücudun (bedenin) ölümünden sonra tamamen gerçekleşebileck ise de (ki bu anlamda, ölüm, ALLAH ile birleşerek gerçek doğuş anlamına gelmektir), bu hayatta da, bir dereceye kadar ALLAH’a ulaşabilmek mümkündür. İnsanın bu yaşamdaki görevi de budur.

Bu görevi başarmak, ancak,  insanın, içinde bulunan. Çirkinlik, kötülük gibi adem = yokluk unsurlarını yenebilmesine, onları yok edip öldürmesine bağlıdır. Sufiler bu duruma “ölmeden önce ölmek” derler. (Yani ölmeden önce ALLAH’a varabilmek, ALLAH ile bütünleşebilmek, yani gerçek özüne dönebilmek) . Bunu başarabilmenin yolu ve aracı ise AŞK’tır. Ancak bu AŞK’tan kastedilen şey, insani, dünyevi, cinsel aşk değil, “İLHİ AŞK” tır.

Evrendeki canlı ve cansız her şey, ALLAH’ın görüntüleri, ALLAH’ın yansımalarıdır. İnsanoğlu bu güzelliklerin hepsini sevmeli, ama onlara takılıp kalmamalı, daha ötelere geçebilmelidir. İnsani / dünyevi aşk, çabucak geçilmesi gereken bir köprüdür. Gecikmenin, yolun sonuna varmayı engellemesi mümkündür. Köprünün ötesinde ise GERÇEK SEVGİLİ = GERÇEK AŞK = ALLAH vardır.

İnsanoğlu, geçici dünyasal zevklerden, hırslardan, kötülüklerden, çirkinliklerden arınarak bu köprüden geçmeyi başarabilir ise, gözleri açılır, ilahi aşk’ın etkisi ile gerçeği bulur. Gözlerini ne tarafa çevirse Cemalullah’ı (ALLAH’ın yüzünü, güzelliklerini) görür. ALLAH ona, gökteki her bir yıldızdan ışığını saçar. Tarladaki her çiçekte ALLAH görünür, her güzel yüzde tebessüm eden ALLAH’tır, her tatlı seste ALLAH’ın sesi vardır. Çevresi ALLAH ile, yalnız ve yalnız ALLAH’ın güzellikleri ile kuşatılmıştır artık. Ve eğer gözlerini çevirir ve kalbini yoklarsa, orada ALLAH’ı görür, ALLAH’tan başka bir şeyin mevcut olmadığını duyar, anlar.

İşte bu duruma gelen kişi, artık hayatın FENAFİLLAH mertebesine (aşamasına / derecesine) (ALLAH katına) yükselmiş olur. (Benzetme olarak, Budizm’de NİRVANA’ya ulaşmak gibi). Bundan ötesi de artık yoktur.

TASAVVUF FELSEFESİ’nde, ALLAH’ın bütün niteliklerini taşıdığı için, varlıkların en değerlisi ve en kutsalı İNSAN’dır. İnsanların en değerlisi de, en kutsalı da “insan-ı kamil (kamil insan = bilgin, olgun, kusursuz, beyince gelişmiş insan” dır.

FENAFİLLAH derecesine (aşamasına) ulaşmaya en yakın olan da işte bu kamil insandır. TASAVVUF’ta, insanoğlunun kişisel çabası ile ALLAH’a erişmesinin, FENAFİLLAH aşamasına yardım almadan ulaşmasının mümkün olamayacağı, bunun için mutlaka bir “mürşid-i kamil”e (bilgili, olgun, gelişmiş bir yol göstericiye, bir kılavuza) katılması, bağlanması gerektiği kabul edilir.

(TASAVVUF FELSEFESİ’nin benzerlerine eski yunan, hind ve uzakdoğu felsefe ve din inançlarında da rastlanır. Zaten insanlığın düşünce tarihi, çağlar boyunca oluşan birikimler ve etkileşimler ile doludur.”)

İşte şimdi “ALLAH” inancın var ise, zaman şeridimizin en başına, “Big Bang”in yerine ALLAH`ın, “KÜN = OL !” emrini yerleştir, olsun bitsin !

Bu durum, sonraki süreç için şimdiye kadar söylediklerimde ve dahi bundan sonra keseceğim ahkamlarda hiç bir değişiklik meydana getirmeyeceği gibi, hatta tersine, benim dediklerimi ve diyeceklerimi farklı bir açıdan teyid de eder ...

ÇEKİRGE`YE MEKTUPLAR : "Zaman’a ve Yaşam’a Dair" - 21

DOKUZUNCU BÖLÜM -3 : “ÇEKİRGE`NİN DOĞUMU”

Çekirge, “olmuş bir şeftali” gibi,  “doğum miadına” gelmiş durumda … 


Boyu yaklaşık 50 cm. ve ağırlığı yaklaşık 3350 gram !

“Doğum, bütünüyle, ritmik ağrıların başlamasından, bebek ve eklerinin rahimden dışarı çıkışına kadar uzanan bir seri olayları içine alır.”


…………………… günü akşamüstü (noktalı yere, doğum gününüzden 2 gün öncesinin tarihini yazmalısınız) Çekirge Hanım’ın bacaklarının arasından, “hafif kanlı ve sümüksü” bir akıntı geldi. Buna halk arasında “Nişan” denir ve doğumun artık iyice yaklaştığının işaretidir. Çekirge Hanım, vaziyeti hemen kavradı. Zaten tedbirli kadın, doğum için çok daha önceden her şeyi hazır etmiş durumda. 

"Nişan" denilen hafif kanlı-sümüksü akıntı, serviksteki bebeği koruyucu tıkacın atılmasından ibarettir. Genellikle nişandan sonraki ilk iki günde doğum başlar.”

…………………….. günü, (noktalı yere, doğum gününüzün tarihini yazmalısınız) Çekirge Hanım’ın önceleri daha az sıklıkla, ancak yine de düzenli aralıklarla gelen doğum sancıları, tipik olarak 10 dakikada üç kez ortaya çıkmaya başladı ve her bir kasılma yaklaşık 50 saniye sürüyor.

Çekirge Hanım şimdi hastahanede, doğum yapmayı beklemektedir.

Çekirge Hanım’ın sancılarının şiddeti de zaman içinde giderek artıyor ve Çekirge Hanım, sancıları şiddetlendikçe inleyip, bağırmakta.

Ne yapsın kadıncağız, fena halde canı yanıyor !

Bir süre sonra Çekirge Hanım’ın kasılmalari  3-4 dakikada bir`e kadar inerek, bir düzen tutturdu ve her bir ağrı 30-60 saniye kadar devam ediyor.

Çekirge Hanım’ı, hastahanenin doğum odasına götürdüler. Doktoru ve hemşireler yanında, artık doğumu bekliyorlar.

Çekirge Hanım’ın rahim ağzı açılmaya başladı. Başlangıçta 2 milimetre olan rahim ağzı açıklığı kasılmalar sayesinde 10 santimetreye ulaşıyor.

Bu esnada Çekirge’nin içinde bulunduğu “amnion kesesi” de artan basınç neticesinde en zayıf yerinden yırtıldı ve sular Çekirge Hanım’ın bacaklarının arasından dışarı akmaya başladı. Şimdi Çekirge’nin önde gelen kısmı doğum kanalına ilerliyor.


Çekirge Hanım’ın ağrıları su kesesinin yırtılmasını takiben kısa bir süre hafifledi ama az sonra Çekirge’nin  doğum kanalına girmesiyle daha da şiddetlenecek.

Çekirge  kafasını yatay olarak, Çekirge Hanım’ın   içindeki “doğum kanalı” girişine sokmaya başladı. 

“Pelvis (leğen) kemiklerinin oluşturduğu "çatı" içinde etrafı kas ve bağdokusu ile kaplı yaklaşık 10X10 cm. çapında bir kanal olan doğum kanalı, bebeğin dış dünyaya açıldığı yoldur. Bu kanalın içi dümdüz değil, girintili çıkıntılıdır. Rahim kasılmaları, leğen kemiklerinin oluşturduğu doğal tümsek ve çıkıntılar bebeğe nereden nasıl geçmesi gerektiğini gösterir.”

Bu dönemde ağrılar 2-3 dakikada bir gelmeye başladı ve 60-70 saniye devam ediyor. Bu sıralar Çekirge Hanım, sancılardan kelli avaz avaz bağırmakta.

Doktor ve hemşireler Çekirge Hanım’a, “az kaldı, bebek doğmak üzere, ıkınmanız lazım, daha önceden konuştuğumuz gibi derin nefes alıp ıkının, haydi biraz daha gayret !” demekteler.

Çekirge Hanım, sık ve derin nefesler alıp vererek “ııhhhhh, ıııhhhh !” diye ıkınmalara ve ıkınarak –uzun süren bir kabızlık sonrası zorlu bir haceti def etmeye çalışır gibi- Çekirge’yi  dışarı doğru itmeye başlamıştır.

Bu arada Çekirge, kanalın ortasına geldi ve başınıi 90 derece hareket ettirerek, yüzünü Çekirge Hanım’a doğru döndürmeye başladı.


“Ikının, kuvvetli ıkının, ha gayret Çekirge Hanım ha gayret !”… Çekirge Hanım da, elinden geldiği kadar ıkınmakta, başka ne yapsın kadıncağız … !

Çekirge kanalın çıkımına geldi, başını dışarıya  çıkarmaya çalışıyor.

Çekirge Hanım, ıkınmalarının arasında “aahhh, oooffff !”, doktor ise, “hah geldi işte, kafası göründü artık, az daha gayret, ıkın, ıkın !”  diye avaz avaz bağırmaktadırlar ve bağırışları  birbirine karışmaktadır.

Çekirge sol yanına yatmış, başını gövdesine dayamış, dizlerini karnına birleştirmiş vaziyettedir. Başının en tepesi dışarıya çıkmak için Çekirge Hanım’ın “çıkartma coğrafyasını”  içeriden zorlamaktadır.

“Çocuğun dışarı atılması için vücut ve bebek bir çok seri hareket yapar. Bu hareketler kademeleriyle birlikte bilinmektedir. Fakat ne gibi faktörlerin etkisiyle meydana geldiği ve sebepleri henüz açıklığa kavuşmamıştır. Bu olay öyle programlanmış ve düzenlenmiştir ki, normal kosullarda  dışarıdan hiçbir müdahaleye fırsat kalmadan bebek doğar.”


Sonunda Çekirge, Çekirge Hanım’ın çığlıkları arasında başını dışarıya çıkarır ve sonra da omuzlarının da doğum kanalına girebilmesi için başını Çekirge Hanım’ın bacağının iç yüzüne doğru döndürür. Bu esnada doktor, iki eli ile Çekirge’yi önce başının iki yanından, sonra da omuzlarından ve koltuk altlarından hafifçe tutarak, becerikli hareketlerle dışarıya doğru çekip, çıkartır.


In ın ııınnn !!!! İŞTE, ÇEKİRGE DÜNYAYA GELMİŞ BULUNMAKTADIR …

 Çekirge doğar doğmaz doktor onu ayaklarından tutup baş aşağı pozisyonda ve hemşirelerin yardımlarıyla, ağzını yüzünü steril bezlerle temizlerken, “gözünüz aydın, bir …………… (noktalı yere cinsiyetinizi yazınız) oldu, haydi gecmiş olsun !” der. Bu sırada Çekirge,  “viyak viyak” bağırıp ağlamaya başlamıştır.



Sonra doktor, Çekirge’yi sırt üstü yatırır, hemşirelerin yardımıyla göbek kordonunu önce iki tarafından penslerle sıkıştırıp keserler ve kordonu Çekirge’nin göbeğine yakın kısmından özel bir iplikle bağlarlar.


Bebek hemşiresi Çekirge’yi steril bir beze sarıp, annesine gösterdikten sonra, bebek odasına götürür.

Çekirge Hanım’ın kasılmaları ve ağrıları da Çekirge’nin viyaklamaları da birden bıçak gibi kesilmiştir.

Çekirge Hanım’ın  3-5 dakika istirahate geçen rahmindeki kasılmalar tekrar başlayacak ve kısa bir süre sonra “plasenta” da tutunduğu yerden ayrılarak, Çekirge Hanım’ın rahiminden dışarı  atılacaktır.


Hoş geldin dünyamıza benim güzel Çekirgem, sefalar getirdin !

Şunu çok iyi bil ki, sen bu dünyaya, “evrenin bir parçası” olarak geldin ; hem de en güzel parçalarından biri olarak !

Senin “sebeb-i hayatın” olan babanın o miniminnacık kuyruklu sperminin ve annenin miniminnacik yumurtasının içlerinde, bu evrenin 13.7 milyar yıllık geçmişi, bu dünyanın üzerindeki ilk canli olan mavi-yeşil bakderi`den günümüze  kadar uzanan 2.5 milyar yıllık evrimin şifreleri ve insanın 2 milyon yıllık serüveninin birikimleri vardır. Senin “insan” olarak oluşmana ve bu dünyaya gelmene vesile olanlar, işte bunlardır. Kısacası Çekirgem,  evrende var olan her şey, senin de içinde var olarak doğdun. 


Yani, sen “EVREN” sin !

Ama,  yaşayacağın zaman süresince bunu belki öğrenebilecek, bilincine varabilecek, fakat çok büyük bir ihtimalle de, çok büyük çoğunluk gibi, bunu öğrenemeyecek, bilincine varamayacak, kavrayamayacaksın maalesef !

Ama bu senin suçun değil ! Çünkü, sen doğmadan uzun zamanlar öncesinden başlayarak, insanlık evren`den kopmaya başlamıştır ve işte senin doğmuş olduğun bu zaman diliminde de kendi öz`üne iyice yabancılaşmış durumdadır.

Ancak kim bilir, belki yaşamının bir döneminde biri, karşına çıkar da, bunları sana anlatır ! Kim bilir, bir zaman gelir sen de bunları anlarsın belki … !

Söz verdiğim gibi, seni ikinci defa doğurttum sonunda Çekirgem ! (Ben de bu arada ‘dokuz doğurdum’ ya, neyse, ‘helali hoş olsun !’)

Haydi benim güzel Çekirgem, “yolun açık ola !!!”.

Bu bölümü, Nazım Hikmet’in “Memleketimden İnsan Manzaraları” kitabında, “doğum”u anlattığı o muhteşem mısraları ile bitirelim.


Kulağının dibinde bir kadın çığlığı duydu Halil.
Bakındı silkinerek.
Solda, ameliyat salonunun kapısı aralıktı
Ve buzlu camları aydınlanmıştı içerden
                             kör, bebeksiz, beyaz bir göz gibi aydınlık,
                                   mücerret saf akıl gibi bir şey.
Sokuldu kapıya Halil.
Ve her nedense kötü bir iş yaptığını sanarak,
Bakılmaması gereken bir yere baktığından utanarak
                                                            içeri baktı.
Demin buzlu camlarda gördüğü aynı ihtirassız
                                           aynı kansız ve sinirsiz aydınlığın içinde,
pırıl pırıl aletlerin arasında ve üstünde doğum masasının
                           sırtüstü devrilip yaslanmış bir kadın yatıyordu.
Alabildiğine ayrıktı bacakları
Ve kasıklarına kadar geçirilmiş beyaz bezlerin ortasında
                    kocaman, çıplak, müthiş bir çiçek gibiydi çiftleşme yeri.
Kadın iniltilerle sarsılıyordu.
Bileklerinden tutmuştu İsmet Hanım,
Başhemşire yanındaydı dahiliye doktorunun.
“Faik Beyin yerine,” diye düşündü Halil,
         “dahiliyeci ne anlar bu işten,
                  bir kaza çıkmasa bari...”
Yeni bir çığlıkla sarsıldı kadın.
                         Başı düştü sola.
Tanıdı Halil,
                    sabahleyin yatakta siyah saçlarını tarayandı.
Katılaşıp şişiyordu karnı sancılarla,
Tenasül nahiyesi fırlıyor öne doğru
                           ve yarı kanlı bir madde sızıyordu.
“Bütün memeli hayvanlar gibi,” diye düşündü Halil,
                           “inekler, kediler, köpekler gibi.
Kainat gibi,” diye düşündü Halil,
                         “doğuran ağaçlar, yıldızlar, cemiyetler gibi.”

Yumurta biçiminde açılıp büyüdü
                    çıplak ve müthiş çiçeğin ortası.
Ve bir karartı belirdi derinliklerinde :
Bu yumuşak ve ıslak saçlarıydı gelen çocuğun.
Her ıkıntıda artık biraz daha büyüyordu yolun ağızı.
Ve nihayet bir çocuk kafası iriliğinde karanlık.
Gazlı bir tamponla tazyik etti doktorun lastik eldivenli eli
                                                       lohusanın makatını.
Ve Halil birdenbire müthiş bir utanç duydu :
“Ayşe de Haseki’de böyle doğurdu demek ?”
                                                                           diye düşündü.

Çocuğun kafası çıktı meydana.
Doktor çevirdi çocuğun yüzünü
                                    anasının sağ bacağı içine doğru.
Sonra sol omuzunu, sonra ötekini çekip çıkardı,
sonra kollar, gövde ve bacaklar :
çocuk ellerinde doktorun.
Ve göbeğinden bağlı annesinin içerisine.
Doktor, iki pensle sıkıştırdı göbeği
                                                kesti makasla.
Ve Halil o zaman
            dünyanın en güzel sesini duydu,
                         yeni doğanın ilk zafer türküsünü.
Ve yüreği sevinçle dolu
                       kapattı usullacık kapıyı.

Nazım Hikmet

(Memleketimden İnsan Manzaraları Şiirinden.)


                                                                                                      (Devamı gelecek yazıda ...)